OLAY RÖPORTAJ:TALAT ÜLKER
Öncelikle Talat Ülker kimdir kısaca tanıyabilir miyiz?
-En zoru insanın kendini anlatmasıdır. Klasik olarak anlatacak olursam 1963 yılında Gümüşhane Keçikaya köyünde doğmuşum. İlk ve ortaokulu Keçikaya’da okudum. Liseyi Gümüşhane Lisesi’nde okudum. Üniversite Erzurum Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü okudum. Gümüşhane Lisesi’nin hayatımda önemli bir yeri vardır. Hem öğrenci olarak hayatımın ilk güzel şeylerini yaşadığım okul hem de daha sonrasında dört buçuk yıl öğretmenlik geçmişim var. İlk iki şiir kitabımın neredeyse yarısını o koridorlarda yazdım.
Şiire ve şiir yazmaya merakınız nasıl ve ne zaman başladı? İlk şiirinizi ne zaman yazdınız?
-Şiir maceram aslında çok tuhaftır. Kale Ortaokulu’nda bir matematik öğretmenimiz vardı. Bende ne gördü bilmiyorum ama Ortaokul birinci sınıf öğrencisinin eline dört beş tane şiir kitabı sıkıştırdı bunları oku diye. Bu kitaplardan bir tanesi Abdurrahim Karakoç’un “Dur Emri” idi. Bir diğeri ise Dilaver Cebeci’nin “Hun aşkı” idi. O zamanlar Dilaver Cebeci’nin Gümüşhaneli olduğunu bilmiyordum. O dönem evde sadece radyo vardı televizyon yoktu.
Şiir yazmaya orada dinlediğim şiirleri taklit ederek başladım. O yıllarda yazdığım şiir defterlerim halen durur. Üniversiteyi bitirdiğim yıllara kadar, bilgisayar hayatıma girene kadar hep ajandalarım olmuştur, şiirlerimi çalıştığım. Onlar şimdi yaklaşık yirmi defter kadar köydeki kitaplığımda dururlar. Gümüşhane Lisesi’ne başladıktan sonra bölüm seçtik. Köyden geldiğimiz için pek seçme hakkımız olmadı. Beni fen bölümüne yazdılar ama hep edebiyata meraklıydım. Sosyal derslerim her zaman iyiydi. Üniversitemiz o yıllarda hiç şüphesiz Türkiye’nin en saygın okullarındandı ve fakülte olarak Türkiye’nin en iyi fakültesiydik. Daha sonradan kıymetini anladığımız hocalarımız hala daha sahalarının en kıymetli hocalarıdır. Şerif Aktaş Yeni Türk Edebiyatı’nın en önemli kalemlerindendir. Orhan Akay, Saim Sakıoğlu, şu anda Cumhurbaşkanı’nın baş danışmanıdır ve çok kıymetli hocalarımızdır.
-Tasavvufla nasıl tanıştınız?
Tasavvufla tanışmam benim için çok özel oldu. Kapı kilit roman serisinin yazarı Mustafa Sepetçioğlu, onun romanındaki gönül ehli adamları, Yunusları, Mevlanaları, somoncu adamları ben tarihte kalmış adamlar olarak bilirdim yani bu gelenek bugün devam etmiyor diye düşünüyordum. Erzurum’da bir arkadaşım bu tarzdaki insanlar hala yaşıyor dedi. Nerede yaşadıklarını sordum, Erzincan da yaşadıklarını söyledi. Biz de Erzincan’a gittik. Allah rahmet eylesin Abdurrahim Reyhan Efendi, Nakşibendi tarikatının Halidi kolunun bir büyük insanı. Onun sohbetlerine devam ettik bir süre ki bu fakültede öğrendiğim teorik tasavvuf bilginin şiire dönüştürmem bakımından büyük faydası oldu. Bizim kültürümüzün ana damarı tasavvuftur. Tasavvufu yaşam biçimi olarak hayatıma ne kadar taşıdım o konu tartışmalıdır ama gönlüm veya iç dünyam açısından beni çok zenginleştirdiğini söyleyebilirim.
Bu şiire de yansıdı yani kendi mistik dünyamızdan ilhamlar alabilmek şiir alanında da benim için güzel oldu diye düşünüyorum. Fakülteyi tamamladıktan sonra Muş ilk öğretmenlik yerim daha sonra Gümüşhane lisesinde dört buçuk yıl öğretmenlik yaptıktan sonra sınavla Karadeniz Teknik Üniversitesine geçtik orada 16-17 yıl görev yaptıktan sonra Gümüşhane’de üniversite açıldı. Ve biz gönüllü olarak dilekçe vererek kadromuzu Gümüşhane üniversitesine geçtik. Şu anda hizmette 30. Yılım. İşte 52 yıla sığan böyle bir hayat, iki erkek, iki kız çocuk ;iki erkek bir de kız torun sahibiyim. İlk şiir kitabım ötüken yayınlarında 96 yılında çıktı. İlk kitap daha çok gençliğimin acemi şiirleri, içlerinde olmamış dediklerim de var. Yirmili yaşlarımda güzel yazmışım dediklerim de var.
-Yaşamınızda gazetecilik de var, gazetecilikle nasıl tanıştınız?
Şiirden sonra bir süre gazeteciliğe bulaştım. Gazeteciliğe bulaşmamda gecikmiş bir askerliğim var. Otuziki yaşında askere gittim. Askerde, şimdi müzikle uğraşan Ahmet Şafak’la o zaman askerde beraberdik. Ahmet bey o zaman Kurultay Gazetesi’nin genel yayın yönetmeniydi. Askerlik bitiminden sonra Ahmet bana çok baskı yaptı. Donanımın var yazmıyorsun bu vebaldir dedi ve bizi Kurultay Gazetesi’nde başlattı. Sonra Kurultay Yeni Çağ Gazetesi’ne dönüştü ve günlük gazete oldu. Ben yaklaşık on bir yıl önce Kurultay sonra Yeniçağ Gazetesi’nde yazdım. Bir ara da Milliyetçi Çizgi adlı gazetede onbir yıl kadar yazdım. Yerel olarak Gümüşhane Kuşak Gazetesi’nde, Trabzon’da Taka Gazetesi’nde yazdım ama şu son dört beş yıldır gazetelere küstüğüm için gazetelere yazmıyorum.
Gazetelerin Türkiye’de şöyle kötü bir yanı var; insanlara özgür bir dünya bırakmıyorlar. Küslüğüm bundandır. Bu biraz ekonomik bağlılıklarından biraz da ekonomi ve sıyasetin çok iç içe girmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden en son taka gazetesine dostum Harun Yavruoğlu’nun ısrarıyla başlamıştım. Son gönderdiğim yazının bir kısmını makaslayınca editör arkadaş anladım ki benim dilimin biraz sivri oluşu rahatsızlık veriyor. Biz de Namık Kemal’İn degimiyle çekildik izzeti ikbali bab-ı hükümetten(hükümetin kapısından).
-Peki dergilerle tanışmanız?
Baktım ki gazetelerle aram yok daha çok edebiyat dergileriyle uğraşıyorum. Artık “Herfene” adıyla dergi çıkarıyorum ve altı yılı geride bıraktık. Kendi kitaplarımı da çok satmaya uğraşmadım. Kitap hiçbir zaman benim için para kazanma vesılesı olmadı. Ben onları once kendım için yazdım. Şimdi yavaş yavaş ulusal yayın olarak çıkıyor. Bilge oğuz yayınlarında bu yıl iki kitabım çıktı. Hüseyin nihal atsız ve Dilaver cebeciyle ilgili yaptığım çalışmaların ikinci baskıları bilge oğuz yayınlarıyla çıktı. Şu anda piyasalarda. Gümüşhane’de basın hayatına katkı olarak bir memleket gazetesiyle başladık biz 2000 yılında, üç yıl kadar çıkardık memleket gazetesini ama ekonomik döngüsünü ayarlayamadık matbaası burada olmadığı için ilan kurumu bize ilan da vermedi. Yani Gümüşhane’de basılmalıymış. O yüzden biz üçüncü yılın sonunda beş altı maaş zararla iki arkadaş kapattık.
Memleket gazetesi kapandıktan sonra Fatih Yalçın, Mesut Olgun “Harşit” diye bir dergiye başladılar. Başlarda yanlarında olmak istemedim çünkü sivri bir yanım var ve bu yanımdan da hiç gocunmadım. Ben aklım sardığından beri kendimi bir Türk milliyetçisi olarak tanımladım. Bu kimlik benim hala birincil kimliğimdir. Başıma çok sıkıntılar da açmıştır. Ama şu an sahip olduğum bir donanım bır iç dünya varsa bu da o kimliğin bana hediyesidir. Gel gelelim memleket gazetesine bir süre sonra ben de katıldım yazılar yazmaya başladık. Daha sonra Harşit Dergisini cümle dergisine çevirdik.
Cümle dergisi çıktı birkaç sayı sonra ekonomik sorun yaşandı. Dergi dağılmak üzereydi biz Gümüşhane Kültür Sanat Kulübü adıyla bir kulüp kurduk ama dergi de devam etsin istiyordum. “Cümle” adının hakkı bende olmadığı için bu defa yeni bir adla devam edelim diye düşünürken, kültürümüzden gelen bir ad “Herfene” koyma kararı aldık. Herfene Dergisi şu anda altmışiki ile ulaşıyor. Edebiyat dergisinde biz görselliği çok önemsemiyoruz. Son sayımız da biraz şiiri tartışan bir sayı oldu. “Şiir nedir?” bunu çok önemsediğimiz için onu tartıştık bu yüzden asık yüzlü bir sayı oldu. Dergi içerisinde hiç şiir yok başta benim Politika adlı bir şiirim var onun dışında şiir dilini tartışan yazılardan oluşuyor. Türk şiirinin bugunki hali, olumlu olumsuz yönleri şeklindeki yazılarda var.Şiire dair iyi bir sayı oldu. Aziz Nesin diyor ya bu ülkede her üç insandan dördü şair, bu aslında sosyal bir tespit çünkü Türklerin yüzde doksanından aşkını şiirle uğraşır. Ömrünün belli döneminde herkes uğraşmıştır.
-Kitap okuma konusunda tembel bir ülkeyiz, hele şiir okuma konusunda daha da tembel bir ülkeyiz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
-Kimse şiir okumuyor çünkü herkes şunu diyor; şiirde ne var ki ben de şiir yazarım. Çünkü şiirin enstrümanı dildir. Ben bunu bütün davet edildiğim şiir toplantılarında anlatıyorum. Bir adam ben ressamım dese ona göster bakalım tablolarını deriz çünkü ressam olmak için fırça boya bir şeyler kullanmak lazımdır veya müzisyenim derse bir şeyler çal da dinleyelim deriz. Bütün sanatlarda vücudunuzun dışında bir enstrümana ihtiyaç vardır. Ama şiir öyle değildir. Şiirde bize dil lazım. Zaten türkü, şarkı dinleyerek büyüdük biz, az çok kafiye nedir nasıl yapılır, hepimizin bilgisi var. Dolayısıyla adam döşüyor birkaç kafiyeli sözü yan yana sonra da şiir yazdım diyor. Şiire sadece kafiyeli dizeler olarak bakan kişilere gerçek şiiri anlatmak zor. İmkansız değil tabi ama zor. O yüzden kimse şiiri, parayla kitap satın alınıp okunacak şey gözüyle bakmıyor. Elit bir kadronun dışında.
Peki bu düşünceden dolayı mı şiir bu kadar geride kalıyor?
-Popülerin dışında gerçek kaliteli sanat gerçek halk kitlelerine ulaşmaz. Türkiye’de şair olarak kim okunur; Kahraman Tazeoğlu, Sinan Yağmur. Edebiyattan biraz anlayanların kalpazan olarak tanımladığı kişilerdir bunlar. Tek numaraları başka şairlerin sözlerini çalıp bunları günümüz gençlerinin anlayacağı arabesk renklere boyayıp satmaktır. Fakat her basit olan kalitesiz olan anlamına gelmiyor. Yani hem popüler olanı hem kaliteli olanı üretmek çok nadir rastladığımız bir şeydir. Düşününce şiirin geri kalmış olması diye bir şey var mı yok mu bilmiyorum. Her zaman şiir az okunan bir şeydir. Peki popüler olanın içerisinde gerçek şiir yok mu? Var tabi. Mesela Karacaoğlan popüler olmuştur. Ama Karacaoğlan’da öyle 50 tane şiir çıkarırsınız ki değme şair yazamaz. Eskiler buna selhi mümteli diyorlar, bir sanat bu. Karmaşık ve geniş manaları basit sözlere sığdırabilmek.
Şiirlerinizi yazarken nelerden ilham alıyorsunuz, hangi tür şiir yazıyorsunuz?
-Şiirde tür diye bir takıntım yoktur benim. Şiir geldiğinde kendi biçimiyle geliyor. Şu söze inanırım, şiirin başlangıcı Allah vergisi devamı emektir. Mehmet Akif bunu şöyle düzenliyor: Şiir’in ilk mısrası Allahtan geri kalan emek ve ter. İlham denen şey bu aslında. Hiç olmadık yerde zihninize bir kelime düşüverir. Mesela benim dördüncü kitabımın adı “Sen Benim Öbür Yanımsın”. Onun içerisinde “Şehir ve Sen” diye bir şiir vardır. O zamanlar meslek yüksek okulundayız, dönemde sigara yasağı yok. Koridorlarda öğrenciler dahil herkes sigara içiyor. Sınavda iki gözetmeniz sınav başladı. Ben koridorda sigaramı yaktım duvarı inceliyorum. Çocuğun biri bir suret çizmeye çalışmış altına sarmaşık yazmış. Ama o kadar özenerek yazmış ki sarmaşık kelimesini bu kelime bende “Tut ki sarmaşıksın bu şehirde” diye bir mırıltı başlattı.
Daha sonra çalışmaya başlarken tut ki çiçeksin bu şehirde, tut ki genç kızsın bu şehirde, tut ki ölüsün bu şehirde diye uzayan bir şiire dönüştü. Yani şiirin gelip sizi ne zaman bulacağını bilmiyorsunuz. İlhamı geliyor gelince de şekliyle geliyor. Bu şekil bazen serbest formda dönüşüyor, bazen bir hece, bazen bir aruz şiirine dönüşüyor. Bu hece ölçülerinden hepsiyle şiirlerim var. Şiirde tür seçmiyorum. Güzel olan her söz her kalıpta her biçimde şiirdir.
Aklınıza bir şiir geldiği zaman hemen o ortamda mı yazarsınız, yoksa daha sonradan mı kaleme alırsınız?
-Ben bir şiirin belli bir anda yazıldığına inanmam. Bir anda gelen bir ilhamla not alırım ama peşi sıra gelmesi için zorlamam. Daha sonra içinde bulunduğum ruh halinden çıktıktan sonra bakarım o şiir bana hala aynı duyguyu yansıtıyorsa devamını getiririm. Ama yok bu olmamış dedirtiyorsa silerim. Ve benim bilgisayarımda 30 yıldan beri bu tür notların yığılmış olduğu dosyalarım var. Ben bazen bu dosyalarda dolaşırken yıllar önce yazdığım bir not aniden hoşuma gider ve onu alır devam ettiririm. Dolayısıyla çok özel durumlar dışında şiirlerin aniden çıktığını düşünmüyorum. Şiirin ilhamı bir ana aittir, inşası uzun bir çabadır. Şiir yalnızlık ister o yüzden genelde gece 12’den sabah saatlerine kadar uzayan zamanlar benimdir.
İlham aldığınız veya sizi iştahlandırıp şair olmanızda etkili olan bir yazar var mı?
-Benim için büyük şair değil büyük şiirler var. Tek başına şu şair var desem haksızlık etmiş olurum. Ama şiirimin başlangıcında hiç şüphesiz Abdurrahim Karakoç vardır. İlk okuduğum şiir kitabı “Vur Emri” kitabıydı. (Sürecek)
Alime Çelik
Yapılan yorumlardan Gümüşhane Olay Gazetesi sorumlu tutulamaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Tel : (0456) 213 66 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim